Av. Murat Altindere
10 Ekim 2017 Salı
'Tokat' soruşturmasında yeni gelişme
Skorer'in haberine göre; Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ile Yakın Doğu Üniversitesi Basketbol Kulübü Başkanı Işık Eyigüngör’ün uzlaştırma savcısındaki arasındaki karşılıklı darp ve hakaret soruşturmasında yeni bir gelişme yaşandı. Işık Eyigüngör, Aziz Yıldırım ile uzlaşmak istemediğini savcılığa bildirdi. Aziz Yıldırım ise yurtdışında olduğu için henüz savcılığa görüşünü bildirmedi.
3 Ekim 2017 Salı
Bilirkişilikte sertifika zorunluluğu dönemi başladı
Bilirkişilere eğitim ve sertifika zorunluluğu getirildi. Değişen kanun gereği artık uzmanlar, yetkilendirilen kurumlarda eğitim görüp sertifika aldıktan sonra bilirkişi olacak.
Adliyelerde bilirkişilik yapacak uzmanlar için bu aydan itibaren yeni
bir dönem başlıyor. 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu'nda yapılan
değişiklik gereği artık uzmanlar, doğrudan il adalet komisyonlarına
başvuru yapıp adli bilirkişi olamayacak. Önce Adalet Bakanlığı'nın
yetkilendirdiği kurumlarda "Temel Adli Bilirkişilik" eğitimi aldıktan
sonra, buralardan alacakları sertifika ile görev yapabilecekler.
Sabah gazetesinde yer alan habere göre Bakanlığın yetkilendirdiği kurumlardan Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi, eğitimlere bugünden itibaren İstanbul, Ankara ve Gaziantep'te başlıyor. Yoğun taleple karşılaştıklarını belirten üniversite yetkilileri, bu eğitimin iki haftada tamamlandığını belirtiyor. Eğitim toplam 24 saat sürüyor. Günde en fazla 6 saat veriliyor.
Sabah gazetesinde yer alan habere göre Bakanlığın yetkilendirdiği kurumlardan Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi, eğitimlere bugünden itibaren İstanbul, Ankara ve Gaziantep'te başlıyor. Yoğun taleple karşılaştıklarını belirten üniversite yetkilileri, bu eğitimin iki haftada tamamlandığını belirtiyor. Eğitim toplam 24 saat sürüyor. Günde en fazla 6 saat veriliyor.
MURAT ALTINDERE
'Eğitimin yaşam boyu seninle'
Hasan Kalyoncu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tamer Yılmaz, "Sürekli eğitim merkezimiz, ülkemizin eğitim ve mesleki gelişim alanlarında gereksinim duyduğu bilgiyi bir yaşam standardı haline getirmek ve bu hedef doğrultusunda, öğrencilere, iş hayatına yeni adım atanlara ve iş hayatında deneyim sahibi olmuş bireylere, kişisel gelişim, mesleki branş, yabancı dil, kültür ve sanat dallarında eğitim vermektedir" dedi. Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi Koordinatörü Suat Pınar ise "Merkezimiz ülkemizin her bölgesinde eğitim ihtiyacını karşılamak için 'eğitimin yaşam boyu seninle' anlayışı ile hareket etmektedir. Yeni yasa ile birlikte Temel Adli Bilirkişilik Eğitimlerini de bu anlayış ve özen ile İstanbul Ankara ve Gaziantep'te, bakanlık tarafından yetkilendirilerek vermeyi hedef haline getirmiştir" diye konuştu.
'Eğitimin yaşam boyu seninle'
Hasan Kalyoncu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tamer Yılmaz, "Sürekli eğitim merkezimiz, ülkemizin eğitim ve mesleki gelişim alanlarında gereksinim duyduğu bilgiyi bir yaşam standardı haline getirmek ve bu hedef doğrultusunda, öğrencilere, iş hayatına yeni adım atanlara ve iş hayatında deneyim sahibi olmuş bireylere, kişisel gelişim, mesleki branş, yabancı dil, kültür ve sanat dallarında eğitim vermektedir" dedi. Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi Koordinatörü Suat Pınar ise "Merkezimiz ülkemizin her bölgesinde eğitim ihtiyacını karşılamak için 'eğitimin yaşam boyu seninle' anlayışı ile hareket etmektedir. Yeni yasa ile birlikte Temel Adli Bilirkişilik Eğitimlerini de bu anlayış ve özen ile İstanbul Ankara ve Gaziantep'te, bakanlık tarafından yetkilendirilerek vermeyi hedef haline getirmiştir" diye konuştu.
26 Eylül 2017 Salı
YENİ TTK’YA GÖRE, KOLAY BİRLEŞME NASIL GERÇEKLEŞİR?
Bilindiği gibi, yeni TTK hükümleri şirketlerin birleşmelerinde önemli kolaylıklar getirmiştir. Yeni 6102 sayılı TTK hükümlerine göre şirket birleşmelerinde türlerin aynı olması ilkesi terk edilmiş ve türler arası birleşme serbestisi kabul edilmiştir. Bu kapsamda, yeni kanunda izin verilen birleşmeler üç sınıf halinde aşağıdaki şekilde gösterilmiştir:
1) Sermaye şirketleri;
a. Sermaye şirketleriyle
b. Kooperatiflerle
c. Devralan şirket olmaları şartıyla, kolektif ve komandit şirketlerle,
birleşebilirler.
2) Şahıs şirketleri;
a. Şahıs şirketleriyle,
b. Devrolunan şirket olmaları şartıyla, sermaye şirketleriyle,
c. Devrolunan şirket olmaları şartıyla, kooperatiflerle,
birleşebilirler.
3) Kooperatifler;
a. Kooperatiflerle
b. Sermaye şirketleriyle
c. Devralan şirket olmaları şartıyla, şahıs şirketleriyle
birleşebilirler.
Yeni TTK hükümlerine göre birleşmeye dair düzenlemeler oldukça ayrıntılı olmakla beraber bazı koşulların varlığı halinde basitleştirilmiş birleşme usulünün de uygulanması mümkün bulunmaktadır.
Buna göre;
1) Devralan sermaye şirketi devrolunan sermaye şirketinin oy hakkı veren bütün paylarına veya
2) Bir şirket ya da bir gerçek kişi veya kanun yahut sözleşme dolayısıyla bağlı bulunan kişi grupları, birleşmeye katılan sermaye şirketlerinin oy hakkı veren tüm paylarına
sahiplerse sermaye şirketleri kolaylaştırılmış düzene göre birleşmeleri mümkün olabilir.
Ancak, devralan sermaye şirketi, devrolunan sermaye şirketinin tüm paylarına değil de oy hakkı veren paylarının en az %90’na sahipse, azınlıkta kalan pay sahipleri için;
1) Devralan şirkette bu payların denk karşılığı olan paylar verilmesi ya da şirket payları yanında, kanunun ilgili maddesi gereğince, şirket paylarının gerçek değerinin tam dengi olan nakdi bir karşılık verilmesinin önerilmiş olması ve
2) Birleşme dolayısıyla ek ödeme borcunun veya herhangi bir kişisel edim yükümlülüğünün yahut kişisel sorumluluğun doğmaması,
halinde birleşme kolaylaştırılmış usulde gerçekleşebilir.
Birleşmeye katılan şirketlerin, bu şartları taşıması durumunda, birleşme sözleşmelerinde kanuna göre yer verilmesi gereken asgari hususların sadece bir kısmına yer verilmesi, “birleşme raporunun” hazırlanması ve birleşme işlemin denetlenmesi yükümlülüklerinden vazgeçilmesi, birleşme sözleşmesinin genel kurul onayına sunulmaması gibi kolaylıklar sağlanılmıştır.
MURAT ALTINDERE
Yeni TTK’ya göre birleşme halinde çalışanların (personelin) korunmasına ilişkin önemli hükümler getirilmiştir. Yeni TTK ile birleşme, devir, bölünme ve tür değiştirme işlemlerinde işçilerin devralan şirkete geçişleri, hakları ve sorumlulukları hakkında 4857 sayılı iş kanunu ile paralel olacak şekilde yeni hükümler getirilmiştir. İşçilerle yapılan hizmet sözleşmeleri, işçi itiraz etmediği takdirde, devir gününe kadar bu sözleşmeden doğan bütün hak ve borçlarla devralana geçer. İşçi itiraz ettiği takdirde, hizmet sözleşmesi kanuni işten çıkarma süresinin sonunda sona erer; devralan ve işçi o tarihe kadar sözleşmeyi yerine getirmekle yükümlüdür. Devreden ve devralan, işçinin devir öncesi doğmuş olan ve hizmet sözleşmesinin sona erdiği tarihe kadar muaccel olacak alacakları için işçiye karşı müteselsilen sorumlu olacaktır. İşçi muaccel olan ve muaccel olacak haklarının teminat altına alınmasını isteyebilir.
MURAT ALTINDERE
18 Eylül 2017 Pazartesi
Yargıtay’dan ev sahibi ve kiracılar için önemli karar
MURAT ALTINDERE
Gaziantep’te 1 Ocak 2011 tarihinde mülkünü kiraya veren vatandaş 30 bin liralık biriken kirayı alamadığı gerekçesiyle kiracı hakkında icra takibi başlattı. Gaziantep 1. İcra Hukuk Mahkemesi’nde açılan icra takibine itiraz ve tahliye davasında savunma yapan davalı kiracı, kira sözleşmesinde imzası olmadığını, kaynağı belli olmayan başka bir mukavelenin arka sayfalarına kendi imzası bulunmayan bir ön sayfa eklenerek hazırlanan bu sözleşmeden haberi olmadığını, bu yüzden borcu kabul etmediğini dile getirdi. Mahkeme, davalının itirazında kira sözleşmesindeki imzasını inkar ettiğinden, icra mahkemesinden itirazın kaldırılmasına ve mülk sahibinin tahliye isteyemeyeceğine hükmetti. Mahkeme, alacaklının borçlu ile arasında kira sözleşmesi bulunduğunu ispat edecek bir belge ibraz edemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verdi.
Davacı mülk sahibi kararı temyiz edince devreye Yargıtay girdi. Yargıtay 6. Hukuk Dairesi (kapatılan), davalının davada dayanılan kira sözleşmesindeki imzasını inkar etmediğine dikkat çekti. Emsal bir karara imza atan daire, kira sözleşmesinin davalının imzası bulunan başka bir belge ile oluşturulduğunu iddia ettiğini hatırlattı. Kararda şu ifadelere yer verildi:
“Dayanak kira sözleşmesinin aslı tek parça olup, sözleşmenin ön sayfasında davalının imzası bulunmasa da Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarına göre metin, içerik, anlam ve devam eden maddelerin bir bütünlük taşıması kaydıyla birden çok sayfadan oluşan yazılı sözleşmelerin tüm sayfalarının taraflarca imza edilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. Mahkemece, işin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, uyuşmazlığın yargılamayı gerektirdiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi doğru değildir. Karar bozulmalıdır. Açıklanan sebeplerle kararın bozulmasına, sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine oy birliği ile karar verildi.”
MURAT ALTINDERE
Gaziantep’te 1 Ocak 2011 tarihinde mülkünü kiraya veren vatandaş 30 bin liralık biriken kirayı alamadığı gerekçesiyle kiracı hakkında icra takibi başlattı. Gaziantep 1. İcra Hukuk Mahkemesi’nde açılan icra takibine itiraz ve tahliye davasında savunma yapan davalı kiracı, kira sözleşmesinde imzası olmadığını, kaynağı belli olmayan başka bir mukavelenin arka sayfalarına kendi imzası bulunmayan bir ön sayfa eklenerek hazırlanan bu sözleşmeden haberi olmadığını, bu yüzden borcu kabul etmediğini dile getirdi. Mahkeme, davalının itirazında kira sözleşmesindeki imzasını inkar ettiğinden, icra mahkemesinden itirazın kaldırılmasına ve mülk sahibinin tahliye isteyemeyeceğine hükmetti. Mahkeme, alacaklının borçlu ile arasında kira sözleşmesi bulunduğunu ispat edecek bir belge ibraz edemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verdi.
Davacı mülk sahibi kararı temyiz edince devreye Yargıtay girdi. Yargıtay 6. Hukuk Dairesi (kapatılan), davalının davada dayanılan kira sözleşmesindeki imzasını inkar etmediğine dikkat çekti. Emsal bir karara imza atan daire, kira sözleşmesinin davalının imzası bulunan başka bir belge ile oluşturulduğunu iddia ettiğini hatırlattı. Kararda şu ifadelere yer verildi:
“Dayanak kira sözleşmesinin aslı tek parça olup, sözleşmenin ön sayfasında davalının imzası bulunmasa da Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarına göre metin, içerik, anlam ve devam eden maddelerin bir bütünlük taşıması kaydıyla birden çok sayfadan oluşan yazılı sözleşmelerin tüm sayfalarının taraflarca imza edilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. Mahkemece, işin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, uyuşmazlığın yargılamayı gerektirdiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi doğru değildir. Karar bozulmalıdır. Açıklanan sebeplerle kararın bozulmasına, sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine oy birliği ile karar verildi.”
MURAT ALTINDERE
14 Eylül 2017 Perşembe
Hukuk Fakültelerinin Cinsiyeti Üzerine
Türkiye’de cinsiyet ve hukuk dediğimizde aklımıza ilk gelen, cinsiyetçi mahkeme kararlarıdır. Bu tür dersleri verenler bilirler; Türkiye’de bu konuda her hafta yeni bir malzemeyle tartışma açmak mümkündür. Ama mahkemelerin bu cinsiyetçi ya da cinsiyet-duyarsız yaklaşımlarına odaklanmadan önce çuvaldızı batırmamız gereken esas yer akademi ve özelde hukuk fakülteleridir. Çünkü hukuk fakülteleri cinsiyet duyarlı ve eşitlikçi bir bakış açısı farkındalığı yaratmamakla kalmayıp bu tür mahkeme kararlarının verilebilmesine yol açan zihniyetin taşıyıcısı olma rolüne de sahipler.
MURAT ALTINDERE
Hukuk fakültelerinin cinsiyetine farklı açılardan bakmak mümkün. Ben akademik kadroların cinsiyetinden başlayıp eğitimin ve eğitim yönteminin cinsiyetine doğru bir yol çizmeyi tercih ettim. Ama bulunduğum yerden hukuka bakış açısı, hukuk alanındaki bilgi üretim süreçleri ve eğitim arasındaki ilişkiselliği gözden kaçırmamak adına, feminizm, hukuk ve hukuk eğitimi ilişkisinden kısaca bahsetmekle başlayacağım. Çünkü hukuk fakültelerinin dokusunu belirleyen temel unsurlardan biri, ana akım olarak varlığını koruyan hukuki pozitivizmdir. Hukuki pozitivizmin en önemli öncüllerinden biri ise hukukun ahlak, siyaset gibi alanlardan bağışık, özerk bir alan olduğu iddiası ve hukukçunun norma odaklanması gerektiği vurgusudur. Bu anlayışın eğitimdeki sonucu eğitimin de norm odaklı olmasıdır. Bir diğer kabul ise hukukun ve hukuk hakkında üretilen bilginin nesnel, tarafsız, öznellik dışı olduğu yönündeki iddiadır ve bu iddia da eğitimin şekillenmesinde etkili olmuştur. Bu kabullere yöneltilen eleştirilerin ve hukuki pozitivizmin kendi içinde geçirdiği dönüşümün hukuk eğitiminde yansımasını bulmak güçtür; hukuki realizm, eleştirel hukuk çalışmaları ya da feminist hukuk kuramı, açılan birkaç seçmeli ders dışında, müfredata etki edememiştir. Oysa hukuk ve ideoloji arasındaki ilişkinin vurgulanması eğitim modelinde dönüşüme yol açabilecek bir bakış açısıdır. Bu bakımdan ataerkil düzenin hukuk sistemine yansımalarını inceleyen ve eleştirel hukuki düşüncenin özgül bir türü olarak değerlendirilebilecek[1] feminist hukuk kuramının hukuk eğitimine yönelik bilgi üretmesi son derece önemlidir.
Feminist hukuk kuramına genel olarak bakıldığında birinci dalga feminizmin şeklî liberal eşitlik anlayışının feminist hukuk çalışmalarına yansıması norm odaklı çalışmalar olmuşken ikinci dalga feminizmin etkisiyle ataerkil düzene işaret edilerek normların görünüşte nötr olmasının eşitsizliği ortadan kaldırmadığı, sadece görünmez kıldığı[2] gerçeği karşısında eşitsizliklere duyarlı feminist yasa yapma sürecine[3] ve normların cinsiyetçi yorumlanması sorununa odaklanılmıştır. Bu bakımdan feminist hukuk kuramının nüvelerini birinci dalga feminizmde bulmak mümkünse de asıl gelişme ikinci dalga feminizmle olabilmiştir.[4] Bu tür akademik çalışmaların varlığına karşın hukuka feminist yaklaşımın hukuk eğitimine yansıması çok az ve geç olabilmiştir.
Akademisyenlerin cinsiyeti
Kadın doğmanın kendisi feminist ya da cinsiyet duyarlı bir bakış açısını beraberinde getirmeyebilecekse de kadın akademisyen oranı akademide kadınlara ayrımcılık yapılıp yapılmadığı adına bir gösterge olacaktır. Bunun dışında akademik unvanlar bakımından kadınların nerelerde olduğu da bir başka göstergedir. Aşağıdaki tablolarda çarpıcı biçimde görüldüğü gibi, ÖSYM verilerine göre, 2012-2013 yıllarında hukuk fakültelerinde araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi kadrolarının %53'ü kadınken, yardımcı doçentlerde bu oran %34’e, doçentlerde %31’e, profesörlerde %19’a düşmektedir. Her ne kadar bu rakam akademide kadınların arttığı anlamına gelebilecekse de 2001-2002 yıllarında da durumun çok benzer olması bu analize imkan tanımamaktadır. Bu durumda şunu söyleyebiliriz: İstihdam alanında, pek çok alanda olduğu gibi, kadınlar unvan olarak akademinin “alt” sıralarında daha çoklar ve bir kısmı yükselmeden bu sayılardan çıkmış. Peki sayı olmanın ötesinde fakültelerdeki bu kadınlara ne oluyor?
MURAT ALTINDERE
MURAT ALTINDERE
Hukuk fakültelerinin cinsiyetine farklı açılardan bakmak mümkün. Ben akademik kadroların cinsiyetinden başlayıp eğitimin ve eğitim yönteminin cinsiyetine doğru bir yol çizmeyi tercih ettim. Ama bulunduğum yerden hukuka bakış açısı, hukuk alanındaki bilgi üretim süreçleri ve eğitim arasındaki ilişkiselliği gözden kaçırmamak adına, feminizm, hukuk ve hukuk eğitimi ilişkisinden kısaca bahsetmekle başlayacağım. Çünkü hukuk fakültelerinin dokusunu belirleyen temel unsurlardan biri, ana akım olarak varlığını koruyan hukuki pozitivizmdir. Hukuki pozitivizmin en önemli öncüllerinden biri ise hukukun ahlak, siyaset gibi alanlardan bağışık, özerk bir alan olduğu iddiası ve hukukçunun norma odaklanması gerektiği vurgusudur. Bu anlayışın eğitimdeki sonucu eğitimin de norm odaklı olmasıdır. Bir diğer kabul ise hukukun ve hukuk hakkında üretilen bilginin nesnel, tarafsız, öznellik dışı olduğu yönündeki iddiadır ve bu iddia da eğitimin şekillenmesinde etkili olmuştur. Bu kabullere yöneltilen eleştirilerin ve hukuki pozitivizmin kendi içinde geçirdiği dönüşümün hukuk eğitiminde yansımasını bulmak güçtür; hukuki realizm, eleştirel hukuk çalışmaları ya da feminist hukuk kuramı, açılan birkaç seçmeli ders dışında, müfredata etki edememiştir. Oysa hukuk ve ideoloji arasındaki ilişkinin vurgulanması eğitim modelinde dönüşüme yol açabilecek bir bakış açısıdır. Bu bakımdan ataerkil düzenin hukuk sistemine yansımalarını inceleyen ve eleştirel hukuki düşüncenin özgül bir türü olarak değerlendirilebilecek[1] feminist hukuk kuramının hukuk eğitimine yönelik bilgi üretmesi son derece önemlidir.
Feminist hukuk kuramına genel olarak bakıldığında birinci dalga feminizmin şeklî liberal eşitlik anlayışının feminist hukuk çalışmalarına yansıması norm odaklı çalışmalar olmuşken ikinci dalga feminizmin etkisiyle ataerkil düzene işaret edilerek normların görünüşte nötr olmasının eşitsizliği ortadan kaldırmadığı, sadece görünmez kıldığı[2] gerçeği karşısında eşitsizliklere duyarlı feminist yasa yapma sürecine[3] ve normların cinsiyetçi yorumlanması sorununa odaklanılmıştır. Bu bakımdan feminist hukuk kuramının nüvelerini birinci dalga feminizmde bulmak mümkünse de asıl gelişme ikinci dalga feminizmle olabilmiştir.[4] Bu tür akademik çalışmaların varlığına karşın hukuka feminist yaklaşımın hukuk eğitimine yansıması çok az ve geç olabilmiştir.
Akademisyenlerin cinsiyeti
Kadın doğmanın kendisi feminist ya da cinsiyet duyarlı bir bakış açısını beraberinde getirmeyebilecekse de kadın akademisyen oranı akademide kadınlara ayrımcılık yapılıp yapılmadığı adına bir gösterge olacaktır. Bunun dışında akademik unvanlar bakımından kadınların nerelerde olduğu da bir başka göstergedir. Aşağıdaki tablolarda çarpıcı biçimde görüldüğü gibi, ÖSYM verilerine göre, 2012-2013 yıllarında hukuk fakültelerinde araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi kadrolarının %53'ü kadınken, yardımcı doçentlerde bu oran %34’e, doçentlerde %31’e, profesörlerde %19’a düşmektedir. Her ne kadar bu rakam akademide kadınların arttığı anlamına gelebilecekse de 2001-2002 yıllarında da durumun çok benzer olması bu analize imkan tanımamaktadır. Bu durumda şunu söyleyebiliriz: İstihdam alanında, pek çok alanda olduğu gibi, kadınlar unvan olarak akademinin “alt” sıralarında daha çoklar ve bir kısmı yükselmeden bu sayılardan çıkmış. Peki sayı olmanın ötesinde fakültelerdeki bu kadınlara ne oluyor?
MURAT ALTINDERE
13 Eylül 2017 Çarşamba
ÇOCUKLARA 'İTHAL' AİLE
Bir hocama sosyal medyadan yazdığım bir yorum sonrası gelişen bu başlık neyin nesi diyorsunuz gibi hissediyorum. Ortak velayet konusunun tartışıldığı bir platformda, bizde çocukların iyiliğini düşünen ebeveyn yok denecek kadar az, ortak velayet çocuk için tam bir facia olur, dışarıdan ebeveyn mi ithal edelim“ ifadesini kullandım. Konu uzun zamandır tartışmalı bir konu. Yargıtay 2. HD birçok kararında ortak velayetin kamu düzenine aykırı olmadığını vurguluyor. 2017 tarihli kararında heyet „Ortak velayet düzenlemesinin, Türk kamu düzenine açıkça aykırı olduğunu ya da Türk toplumunun temel yapısını ve temel çıkarlarını ihlal ettiğini söylemenin mümkün olmadığını, bu nedenle kamu düzenine aykırılıktan kurulan hükmün bozmayı gerektirdiğini ifade etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti adına 14 Mart 1985 tarihinde imzalanan "11 Nolu Protokol ile Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7 Nolu Protokol", 6684 sayılı Kanun ile onaylanması uygun bulunarak, 25.03.2016 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanıp yürürlüğe girmiş ve iç hukukumuz halini almıştır. Ek 7 Nolu Protokol'ün 5. maddesine göre, "Eşler, evlilik bakımından, evlilik süresince ve evliliğin bitmesi halinde, kendi aralarındaki ve çocuklarıyla olan ilişkilerinde, özel hukuk niteliği taşıyan hak ve sorumluluklar açısından eşittir. Bu madde, devletlerin çocuklar yararına gereken tedbirleri almalarına engel değildir".
Her ne kadar Yargıtay 2. Hukuk Dairesi çocuğun yüksek yararını gözetip, çocuk için en iyi olacağını düşündüğü tedbirleri alıyor olsa da Türkiye’nin sosyolojik yapısı, kişilerin aile düzeni, geçmişten gelen tüm yapısal özellikleri, öğrenim düzeyi gibi çok çeşitli faktörlerin bir arada düşünülmesi gerekir.
Bir boşanma avukatı olarak samimiyet ile ifade etmem gerekir ki gerek dosyalarımda gerek gözlemci olduğum davalarda çocuk yararına ortak karar alabilecek ebeveynlere rastlamadım. Birgün çocuğun velayeti ile ilgili ihtilaflar arabulucu vasıtasıyla çözülebilecek ise arabulucuların en çok zorlanacağı konulardan biri olduğunu düşünüyorum. Boşanmanın maddi sonuçları konusunda arabulucu sıfatı ile çözdüğüm uyuşmazlıklarda çocuk konusunu gündeme getirdiğimizde genelde tarafların çocukları koz olarak kullandığını gözlemledim. Konu oldukça hassas bir konudur.
MURAT ALTINDERE
Hassas konu demişken, çocukların sürdürülebilir geleceği üzerine alınacak kararlar hususunda hassas olduğunu kastetmemekteyim. Tarafların geçilmez, çözülemez, aşılamaz önemli bir konusu velayet konusu. Öyle ki çoğu zaman taraflar birbirlerini çocuklarla sınıyor. Boşanma davası sonuçlandıktan sonra çocukla kişisel ilişki kurulması kararlarının nerede ise %80’i icra dairesine yansıyor. Eğer yansımıyor ise ya anne ya baba çocuğunu bu prosedür nedeni ile görmekten vazgeçiyor.
Peki mahkeme kararını verdi, bitti mi? Hani devlet bu noktada çocuk yararına gereken tedbirleri alıyordu. Mahkeme kararını verdikten sonra çocukların yararı/kaderi de yine anne ve babanın insafına kalıyor. Nafaka ödenmez ise çocuk gösterilmiyor.
Boşanmanın bu kadar çok olduğu bir ülkede geleceğimiz çocukların nasıl geleceğini düşünmek nasıl bir noktada olduğumuzu ortaya koyuyor.
Ortak velayet mi? Çocuğun yararları konusunda ortak karar alınmaz ise ne olacak? Her defasında mahkemenin izni mi alınacak? Bir de ortak velayetin kaldırılması davaları mı mahkemenin gündemi olacak. Peki ya elimizde çocukların yüksek yararı konusunda karar verecek aileler yoksa o zaman dışarıdan aile mi ithal edeceğiz?
Çocuklar da birgün gelecek.
Türkiye Cumhuriyeti adına 14 Mart 1985 tarihinde imzalanan "11 Nolu Protokol ile Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7 Nolu Protokol", 6684 sayılı Kanun ile onaylanması uygun bulunarak, 25.03.2016 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanıp yürürlüğe girmiş ve iç hukukumuz halini almıştır. Ek 7 Nolu Protokol'ün 5. maddesine göre, "Eşler, evlilik bakımından, evlilik süresince ve evliliğin bitmesi halinde, kendi aralarındaki ve çocuklarıyla olan ilişkilerinde, özel hukuk niteliği taşıyan hak ve sorumluluklar açısından eşittir. Bu madde, devletlerin çocuklar yararına gereken tedbirleri almalarına engel değildir".
Her ne kadar Yargıtay 2. Hukuk Dairesi çocuğun yüksek yararını gözetip, çocuk için en iyi olacağını düşündüğü tedbirleri alıyor olsa da Türkiye’nin sosyolojik yapısı, kişilerin aile düzeni, geçmişten gelen tüm yapısal özellikleri, öğrenim düzeyi gibi çok çeşitli faktörlerin bir arada düşünülmesi gerekir.
Bir boşanma avukatı olarak samimiyet ile ifade etmem gerekir ki gerek dosyalarımda gerek gözlemci olduğum davalarda çocuk yararına ortak karar alabilecek ebeveynlere rastlamadım. Birgün çocuğun velayeti ile ilgili ihtilaflar arabulucu vasıtasıyla çözülebilecek ise arabulucuların en çok zorlanacağı konulardan biri olduğunu düşünüyorum. Boşanmanın maddi sonuçları konusunda arabulucu sıfatı ile çözdüğüm uyuşmazlıklarda çocuk konusunu gündeme getirdiğimizde genelde tarafların çocukları koz olarak kullandığını gözlemledim. Konu oldukça hassas bir konudur.
MURAT ALTINDERE
Hassas konu demişken, çocukların sürdürülebilir geleceği üzerine alınacak kararlar hususunda hassas olduğunu kastetmemekteyim. Tarafların geçilmez, çözülemez, aşılamaz önemli bir konusu velayet konusu. Öyle ki çoğu zaman taraflar birbirlerini çocuklarla sınıyor. Boşanma davası sonuçlandıktan sonra çocukla kişisel ilişki kurulması kararlarının nerede ise %80’i icra dairesine yansıyor. Eğer yansımıyor ise ya anne ya baba çocuğunu bu prosedür nedeni ile görmekten vazgeçiyor.
Peki mahkeme kararını verdi, bitti mi? Hani devlet bu noktada çocuk yararına gereken tedbirleri alıyordu. Mahkeme kararını verdikten sonra çocukların yararı/kaderi de yine anne ve babanın insafına kalıyor. Nafaka ödenmez ise çocuk gösterilmiyor.
Boşanmanın bu kadar çok olduğu bir ülkede geleceğimiz çocukların nasıl geleceğini düşünmek nasıl bir noktada olduğumuzu ortaya koyuyor.
Ortak velayet mi? Çocuğun yararları konusunda ortak karar alınmaz ise ne olacak? Her defasında mahkemenin izni mi alınacak? Bir de ortak velayetin kaldırılması davaları mı mahkemenin gündemi olacak. Peki ya elimizde çocukların yüksek yararı konusunda karar verecek aileler yoksa o zaman dışarıdan aile mi ithal edeceğiz?
Çocuklar da birgün gelecek.
6 Eylül 2017 Çarşamba
Kentsel Dönüşüm
Öncelikle kısaca kentsel dönüşüm kavramını açıklamak gerekirse; Kentsel dönüşüm, şehrin bir kısmının proje kapsamında sistematik bir şekilde mevcut yapı stoklarının olası depremlere karşı toprak zeminin ve üzerindeki yapının risk değerlerinin belirlenmesi, olası depremde yıkılması ve yıkılırken çevredeki diğer yapılara zarar vermesi olasılıklarının da içine katılarak, riskli toprak zemin ve riskli yapıların kullanım dışına çıkarılarak yerine toprak zeminin yapısına uygun temelli yapıların yapılması ve bu sayede olası depremlerde yaşanabilecek can ve mal kaybının en aza indirmek için yapılan kamusal çalışmayı ifade etmektedir. Bu kapsamda kısaca kentsel dönüşümün amacı, kaçak yapılaşmanın önüne geçilmesi, depreme dayanıklı olmayan, ekonomik ömrünü doldurmuş binaların yeniden yapılarak olası doğal afetler sonucu oluşacak zararların en aza indirilmesidir diyebiliriz.
Mevcut yapıların güvenli hale getirilmesi amacıyla, tarafları yenilemeye teşvik etmek doğrultusunda, 16 Mayıs 2012 tarihinde T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görev alanı dahilinde 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir. Nitekim kanunun ilk maddesinde de ''Bu Kanunun amacı; afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir.'' ibareleri yer almaktadır.6306 sayılı kanunun yürürlüğe girmesini takiben kentsel dönüşüm uygulamalarının sağlıklı bir kentsel dönüşüm sağlamaktan ziyade başta büyükşehirler olmak üzere tüm ülkeyi bir rant alanı haline getireceği ve bu sırada bir çok vatandaşın başta mülkiyet ve barınma hakkı olmak üzere anayasal haklarının ihlal edileceği konusunda eleştirilere konu olmuştur. MURAT ALTINDERE
Ancak kanaatimce, gelişmiş toplumlarda öncelik daima insan sağlığı ve güvenliğidir. Bu kapsamda kanun ve uygulamalarının olası kötü senaryolar üzerindeki önleyici etkisi olduğu aşikardır. Dolayısıyla mülkiyet hakkının kısmen sınırlandırılması sonucunda yaşama hakkının güvence altına alınması kabul edilebilir bir sonuçtur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)